14 Ekim 2015 Çarşamba

Geyik muhabbeti -2-

En son yine Baku'deyken yazmak gelmis aklima. yilin basi. Neredeyse 1 yil olmus. Ayda yilda bir yaziyorum iste.

Simdi "inanin vaktim yok" desem inanirsiniz. Ama yemeyin böyle numaralari. Suraya yazi yazmak, öncesi sonrasi toplasan 15 20 dakika surer. O yuzden vakitle ilgili bir sikintimiz yok.

Sagda solda seyahatla ilgili bloglar göruyorum, okuyorum. Lan o kadar geziyorum söyle adam akilli, dise dokunur bir sey yazmiyorum, yazamiyorum diye icerlenirken buldum kendimi burada. Dedim "oglum ezdirmeyin lan kendinizi, lan canavar gibi blogunuz var lan" Git yaz iste, elini kolunu baglayan mi var? Yok. Ama gezilerden anlatacak cok sey yok elimde. Iste, otel - havaalani - sistemler - oteler - havaalani - server - musteri. Sikilirsiniz. Bu "i" ile yazilacak kelime degil sikilirsiniz. Kusura bakmayin, gecenin 02:23 u, ayarladan turkce klavye ekle, bilgisayari yeniden baslat, blogu ac... olacak is degil.

Simdi yazarken farkettim, hep kendimle ya da sizinle konusur gibi yaziyorum buraya yazdiklarimi. Uc assagi bes yukari ayni kalipta cumleler. Bunun edebi bir karsiligi var mi bilmiyorum ama sadece bu sekilde yazmayi biliyorum. Aslinda yaptigim is yazmak degil. Burada oturmus kendi kendime konusuyorum, bir yandan da parmaklarim gereken tuslara basiyor. Baska turlu yazi nasil yazilir bilmedigimden oluyor.

Ne anlatmaya gelmistim buraya? Hah... gezi, seyahat yazilari... Blogu acarken ki amacim Malmö'deki hayatimi anlatmakti. Baktim Malmö'de hayatin öyle cok anlatilacak yani yok -Burada parantez acmak istiyorum. Bu demek degil ki Malmö'de hayat sikici (sikilmak fiili, Turkce olmayan klavyede bir kez daha karsimizda- ben cok seviyorum Malmö'deki duzeni. Bana uyuyor inanilmaz bir sekilde. Anlatilacak bir yani yok derken ki kastim, surekli ilginc bir sey olmuyor Malmö'de. 1000 yildir ayni duzen. Ben tasindiktan sonra da inanilmaz bir degisim olmadi. Ilk zamanlar ki yazilarimi okuyun isterseniz, 3 assagi 5 yukari ayni su an ki haysat.

Sonra dedim, gitttigim yerler hakkinda göruslerimi yazayim. Fikir olarak yani. O an parlak bir fikirmis gibi geldi. Ama ne yazayim yani? Bilmiyorum. Geziyorum, göruyorum. Resim filan cekiyorum ama nasil anlatayim? Bilmiyorum. Bilsem anlatirim, bu kadar tiri viriya gerek yok.

Baktim son yazdigimi Baku'de yazmisim. Su an yine Baku'deyim. Olmayacak saate ucak koymuslar onu bekliyorum. Maksat vakit gecsin.

Fikirlere acigim. Sununla ilgili yaz deyin, denerim. Denemeyeni kovalsinlar.

12 Ocak 2015 Pazartesi

2k15

Son yazdığımızı "2014'te bir tane daha yazmayı düşünüyorum ama yalan olur büyük ihtimalle" diye bitirmişiz. Ki takvimler yalan olduğunu doğruluyor.

Bugün size güzide kardeş ülke Azerbaycan'ın, güzide kenti Bakü'nün, güzide yeni dış hatlar terminalinden sesleniyorum. Canım Türkiye'min canım hava yolları, canım Türk Hava Yolları valizimi getiremediği için yapmam gereken hiçbir şeyi yapamıyorum. Fırsat bu fırsat bir şeyler yazalım. Hem can sıkıntısı gider biraz hem de 2015'in planlamasını yaparız.
Sonuçta yeni yıl dediğin şeyin hiç bir anlamı yok aslında. Teknik olarak herhangi bir gün batımı, gün doğumundan farklı değil 31 Aralık - 1 Ocak arası. İnsanoğlunun karar verdiği bir dönüm noktası. Şimdi üşenmesek vikipedi filan baksak, kesin Roma civarlarında bir ağabeyimizin doğum günüdür. Hal böyle olunca çok ekstra bir şeyler beklememek lazım. Yine de tüm doğudan batıya tüm dünyada ortak bir heyecan yılın başlangıcı denilen şey, bir parça katılsak ucundan zararı olmaz.
Sağlık, mutluluk, dünya barışı filan, bizim elimizde çok olmayan (mutluluk kısmına ucundan değiniriz aşağıda) standart donanım dilekleri geçersek, ki umarım herkes dilediğinden fazlasını bulur, daha çok ben ne istiyorum kısmına geçelim.

İlk aklıma gelen ev, araba. Bu sene çok geç olmadan kendi evime taşınıp, sürmesi zevkli bir araba sahibi olmak istiyorum. Kira vermek çok saçma geliyor. Hoş Malmö'de evi alsanız bile yine bir miktar belediyeye kira veriyorsunuz. Apartman aidatı gibi biraz. Apartmanın ne kadar kredi borcu olduğu ile ilgili bir mevzu. Karışık konular, teğet geçelim. Bir de kendi evi olmayınca insan istediği gibi değiştiremiyor evi. Bir de eşyalı tuttuk biraz mecburiyetten biraz üşengeçlikten... Anlayacağınız kafama göre bir eve taşınıp kafama göre eşyalar almak istiyorum. Bence makul istek. Üst sıralardan girer listeye. Araba... araba mevzusu biraz lüks tabi. Sonuçta toplu taşım başarılı Malmö'de. Üstüne bir de küçük yer. Bisikletiydi, yürümesiydi kolay. Arabanın en büyük nimeti lojistik. Özellikle buz gibi günlerde büyük nimet. Üstüne bir de araba sürmeyi seviyorum. Düşününce arada kiralamak da çok kötü bir opsiyon değil bu şartlarda. Bakacağız. Önce ev. Garip. Şu cümleyi yazarken güldüm baya. Bugüne kadar 'Önce araba hacı' diye gezinen ben, resmen önce ev diye yazdım buraya. Kayıt altında. Çok garip insanlar bazen böyle çok radikal değişirlerken bazı konularda en ufak bir ilerleme gerileme yaşamıyorlar. Psikologlar bunu açıklasın.

Bu sene daha çok seyahat etmek istiyorum. Şaşırdın değil mi okuyucu? Şimdi bu blogu okuyan standart bir insansın ve büyük ihtimalle beni tanıyorsun. Büyük ihtimalle daha ne seyahati birader? diye sordun. Hah, açıklayayım iki gözüm. Gavurun 'leisure' dediği seyahatlerden bol bol istiyorum.
Yoksa sabah 6 da inip, 8 de işe başladığım seyahatin izzet-i ikramını... Hırvatistan, İspanya ve Balkanlar. Bu seneki gezip görmek istediğim biraz tembellik yapıp biraz turistlik dolanmak istediğim yerler bunlar. Çok uçuk bir istek değil. üst sıralardan yer bulur kendine.

İstemenin, dilemenin sonu yok. Ki dilek istek dediğin şeyin akla mantığa yatar bir şey olması da gerekmiyor. Hatta uçuk olanı makbul. De şimdi "2015'te bir tane Ferarri, Monaco'da bir villa ve 20 yaşında süper model sevgili diliyorum" diyerek 2015'i de zor durumda bırakmaya gerek yok. Elbette 2015'te de bir şeyler kötü gidecektir. Maksat bu seneyi de artıda bitirelim. Kalpler kırılmasın.

Hepinize mutlu yıllar diliyorum. Ne dilediyseniz, Ferrari dahil, gerçek olsun. 2015 biraz da sizin, bizim için yorulsun. 

19 Aralık 2014 Cuma

Geyik Muhabbeti

En son geçen senenin muhasebesini yapmışız. 1 yıl olmuş yani buraya yazmayalı. Ne yazacak şey bulamamaktan ne de vakitsizlikten... Safi üşengeçlik.

Bu sene çok biraz değişik geçti, Geçiyor. Anlatsam inanmazsınız. o yüzden muhasebeyi buraya yapmayacağız. Bu sene defterler şeffaf değil. İtirazı olan maliyeye şikayet etsin.

Standart bir düzenin yok, muhasebe yapmaya da gelmedin, birader senin derdin ne?
Bilsem buraya gelip boş boş yazı yazmam değil mi? 'Bilse zaten ele güne sormaz" geçen günlerde okuyup şiar edindiğim bir söz öbeği.

Yazı yamak değişik iş. Konuşmak gibi değil. Konuşurken, her ne kadar tartıp konuşmaya çalışa da insan, en azından ağzının ayarı olanlar için bu söylediğim, tartmaya çok vakti olmuyor. O yüzden yanlış anlaşılmalar ya da İzansız şakalar çok oluyor konuşurken. Yazmak öyle değil. Vakit geniş, alan geniş. Bir kere ilk muhatabın sensin. Kırılmaca gücenmece yok. Alacak verecek yok arada. Sonra tartmaya, ölçüp biçmeye zaman çok. Milyon kere yaz, oku. Baktın meramını anlatamamışsın adam gibi, sil bir daha yaz. Olmadı mı? Bir daha yaz.O yüzden söyleyeceğini yazarak söylemek daha garanti iş.

Sonra yazarken öz eleştiri yapıyor insan. Misal şu an bile kendi kedime 'ne anlatıyorsun lan sen değişik" diye soruyorum. Hatta "ne anlatıyon lan sen değişik" diyorum ama bilgisayar altını çiziyor. düşün yani, yazmak o kadar kolay. Hata şansı çok düşük.

Ne kadar gereksiz, anlamız ve ucu bir yere varmayan bir yazı olursa olsun, silmemeye karar verdim. Arada açar okuyup feyz alırım. Nasıl ki geyik muhabbeti diye bir şey var, insan boş da olsa konuşmak istiyor, bu da benim kendi kendimle yaptığım geyik muhabbeti olsun. Hatta yazının başlığı da Geyik muhabbeti olsun, 23:07 CET itibari ile boştu başlık. Ne olsun diye düşünüyordum.

Bak işte yazmanın başka bir güzelliği de bu. Yazarken hiç alakası olmayan bir nokta, bambaşka bir sorunun cevabını buluyorsun. Büyük nimet. Şu bilgisayarı açıp bu yazı yazmak istememin tek sebebi bu senenin de muhasebesini yapmaktı üstelik. Daha girizgahta caydım. Olay bu noktaya geldi.

Başka mevzulardan da bu kadar kolay cayabilmeyi çok isterdim açıkçası. Bazen bir bakıyorum, daha karar vermeden vazgeçmişim olaydan, sonra başka zaman başka bir şeye bakıyorum, vazgeçmek için bütün ahval ve şerait müsait, Yer gök bir olmuş "vazgeç vazgeç" diye tempo tutuyor. Cık. Geçmem. İnat. Lan neyin inadı? Neyse.

O değil de, 2015 nasıl olacak lan acaba. Her sene aynı terane. Değişik bir şeyler olsa bu sene bari. Yazarken aklıma "becareful what you wish for..." lafı geldi, anında sildim bir sonraki cümleyi. Yukarıdaki önermeyi doğruladık işte. Ağzın, elin ayarı yok ama klavyenin sil tuşu var. Silmenin değeri büyük. Her şeyi böyle kolay silemezsin. Yeri geliyor dandik bir şarap dökülüyor bir yere onun bile lekesi kalıyor. Düşün ki ayarsız bir ağızdan çıkan lafın yaratacağı sıkıntıyı.

Vakit çok, yapacak iş yok. Daha yazarım yani. Ama siz okumazsınız. Ha okumasanız ne olur? Çok önemli değil aslında. Bugün yazı yazan kime sorsan aynısını söyler üç aşağı beş yukarı. "Ben kendim için yazıyorum" de o zaman neden bilumum mecrada reklamını yapıyorsun diye sorarlar adama.

Bu öz eleştiri ile noktayı koyuyorum. 2014 bitmeden bir tane daha yazasım var ama yalan olur büyük ihtimalle. Kendinize iyi bakın. Mutlu yıllar!

23 Aralık 2013 Pazartesi

Z Raporu

Bir sene olmuş İsveç'e geleli. Tam 365 gün 6 saat değil elbette ama 365 günde 3'ün 5'in hesabını yapıp birbirimizi kırmanın da anlamı yok. Daha gelmeden önce karar vermiştim bu blogu yazmaya, hesapta her gün, hadi her gün olmasın haftada en az 3, 5 yazı olacaktı. Lakin ben yapacağımı söylediğim her şeyi yapsaydım dünya şimdi çok daha güzel bir yer olurdu. Sözlükte aç bak maymun iştahlının karşılığına mcg yazmıyorsa gel beni bul, garantisi benim...

Z raporu denilen şey günlük bildiğim kadarıyla, da hani şu dakika, şu saatte google abiye soramam aslı astarı hangisidir. Yıl bitiyor, muhasebesini yapacağız işte. Anladınız hepiniz.

En başta İsveç'e taşındım 2013 de. 2012'nin doksan artılarıydı. Collina saatine bakıyordu. Yine bu dönemler yani. Hep istemiştim Avrupa'da yaşamayı. İsveç özelinde konuşacak olursak, seviyorum sakinliğini. düzenini. Küçük şehir Malmö. Üç yüz bin ya var ya yok. Ben genişliği seven adamım. Bana uyuyor bu düzen. Aradığını buldum mu? Sorulması gereken soru bu sanırım. Zaten biraz da onun muhasebesini yapıyoruz.

En başta gezdim. Çok gezdim hemde. Singapur'a da gittim, kuzey kutup dairesinin kuzeyine de. Orta Doğu'yu da gördüm Avrupa'nın en canti şehirlerini de. Hindistan'da sadece bakarak midemin bulandığı nehirde yıkanan çocuklar da gördüm, Dubai'de oyuncakçıda altın kaplama uzaktan kumandalı araba da. 
Hayatımda ilk defa buz tutmuş göl gördüm; geçen hafta, aralıkta havuza girdim, güneşlendim. Henüz ekvatoru geçemedim. Kuzey ışıklarını göremedim.

Çok değişik yerlerde çok değişik insanlarla tanıştım. Onlarca milletten yüzlerce farklı insanla konuştum. Bir masada, bir İsveçli, bir Norveçli, bir Danimarkalı'ya; hanginiz gerçek Vikingsiniz diye sordum, istediğim cevabı alamadım. 

Çok güldüm, hiç ağlamadım. Somurttuğum oldu. Hiç kavga etmedim.

Çok güzel yemekler yedim. Biraz kilo aldım. İstediğim kadar spor yapamadım, ya da yapmadım.

Ütü yapmayı öğrendim. Cifle fayans sildim. Lan öyle saçma sapan şey mi olur? Dememeyi öğrendim. Bunu yılın büyük artılarından biri olarak muhasebe defterine geçebiliriz mesela.
Tecrübe diyorlar ya hani, hayat önce sınavı yapıyor sonra dersi veriyor, gibi büyük laflar ediyorlar. Onun çok da öyle olmadığını öğrendim. Zira hayatın sınavla notla işinin olmadığını anladım sanırım. Hayat yapılması gereken şeyler çıkarıyor karşınıza o kadar. Nasıl yaptığınız ne kadarını becerebildiğiniz ile hiç ilgilenmiyor. O biraz sizin, bizim problemimiz.

Dün spor salonunda, yanımda koşan siyah taytlı kızı saymazsak, hiç aşık olmadım. Hoşlandığım insanlar oldu elbet, zira boru değil İsveç'te yaşadık onca zaman, St. Petersburg'a gittik.
Bunu artıya mı eksiye mi yazmak lazım, karar veremedim.

Bir mcg klasiği olarak yine çok kararsız kaldım bu sene. Eksiye geçer üst sıralardan. Şu an şu dakika bile bir kaç gün içerisinde karar vermem gereken bir dolu iş var. Sevmiyorum. O yüzden çabuk karar vermek en iyisi. En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir demişler, bunun ne kadar saçma ve yanlış bir laf olduğunu uzun uzun, örneklerle, başka zaman anlatırım.

Sonuç olarak, evet aradığımı buldum. Hepsini değil belki, ama düşününce kim her aradığını kaybetmiş ki biz bulalım? İlk yılın muhasebe hedeflerini tutturmak zor olur diye düşünüyorum. Finans bilenlere sormak lazım. En azından zarar etmedik bu sene. Dükkan 2014'de açık. Maksat ayağımız alışsın.

2014'ün hedeflerini henüz açıklamadık. bir yazıda ondan çıkar bak.Hedef koymak iyidir. Beceremezsek bile 2014'ün muhasebesinde eksilere kolay ulaşırız.

23 Mayıs 2013 Perşembe

Asla sadece futbol değildir...

Kaç zamandır yazmıyorum. Yazmak istiyorum aslında. Ama ya yazacak bir şey bulamıyorum ya da aklıma gelen şeyleri yazıya dökemiyorum. Yaz-sil yaz-sil sıktı bir noktadan sonra. Bu sefer silmek yok.

Kaç zamandır yazmak istiyorum futbol hakkında. Son haftalarda olanlar, şiddet, nefret, küfür, ölüm... Futbol bu değil aslında diye anlatmak istiyorum derdimi ama her gün her gün neresinden tutsam elimde kalıyordu.


Bir kaç gün önce, Atletico Madrid Kral kupasını aldı. Real Madrid'i yendiler. Madrid şehrinin "güçsüz" takımı, kral'ın zengin takımını, kral'ın kupasında devirdi. Yukarıda izlediğiniz 22 saniyelik spot işte o gününün sabahından. Sonunda pazartesi, diyor.

Sahi en son ne zaman böyle beklediniz bir sabahı? Alarm çalmadan önce kalkıp, en güzel, en özel kıyafetinizi giyinip, yatağın başında alarm çalsa da güne başlasam diyerek, suratınızda tarifi mümkün olmayan bir sırıtışla, alarmın başında en son ne zaman oturdunuz? "Futbolun nesini seviyorsun?" Sorusu 22 saniyede bir çocuk ve bir çalar saatle bu kadar güzel ve bu kadar kolay anlatılamaz gibi geliyor insana. Ancak hepimizin büyürken, futbolu sevgi değil de nefret üzerine kurarken, Galatasaray'ı, Fenerbahçe'yi sevdiğimiz için değilde, ötekilerden nefret ettiğimiz için kazanmayı sevmeye başladığımız zaman unuttuğu bir gerçek işte o reklamdaki. Futbol çok güzel ve basit bir oyundur.

Futbolu oynamak, seyretmek, gol atınca sevinip, gol yeyince üzülmek basittir. Futbolu neden bu kadar çok sevdiğimiz basittir.

Futbol ölüm kalım meselesi değildir, bundan çok daha önemlidir demiş zamanında Bill Shankly.
Futbol 10 yaşında bir çocuğun formasını baş ucuna koyarak yatağında uyumadan sabah okula gitmeyi beklemesidir. Bunu ne ölümle ne kalımla anlatabilirsiniz bu her ikisinden de çok daha önemlidir.

Videoyu izlediğim günden beri yazmak isteyip de yazamadığım bu yazıyı yazmama bir anlamda ön ayak olan, futbol neden sevdiğimiz sorusunun cevabını bambaşka bir yoldan veren fotoğrafı da yeri gelmişken paylaşmak istiyorum. Salih Uçan, Fenerbahçe'nin genç yeteneği. Yeteneğini biliyorduk, insanlığını da gösterdi sağ olsun. Rusya Türkiye U20 maçında, sakatlanan arkadaşını sırtlamış götürüyor...

25 Ocak 2013 Cuma

Hava alanları çirkındir

Bir otostopçunun galaksi rehberinin yazarı Dougles Adams, "It can hardly be a coincidence that no language on Earth has ever produced the phrase, 'as pretty as an airport.' Airports are ugly. Some are very ugly. Some attain a degree of ugliness that can only be the result of a special effort." diyerek ağır konuşmuş hava alanları hakkında. Kabaca "Dünya üzerindeki hiç bir dilde 'hava alanı kadar güzel' diye bir cümlenin kurulmuş olmaması bir tesadüf değildir. Hava alanları çirkindir. Bazıları çirkin olması için özel bir uğraş gösterildiğini kanıtlayacak bir çirkinlik derecesine ulaşmıştır" şeklinde çevirebilecek bu ifade hakkında, onlarca hava alanı gezmiş, bagaj konveyor hattından, hava trafik kontrol kulesine kadar görmüş, pist üzerinde sabahlamış birisi olarak, bir kaç kelam etmek istedim. 

Hazır büyük puntolarla internet sitesinden "Dünyanın en dakik, en az rötar yapan, en az sefer iptal eden" reklamları eksik olmayan hava yolları Scandinavian Airline Systems, ki kendilerini kısaca SAS olarak tanıyoruz, uçuşumu iptal etmiş, 4 saat kendine yapacak daha güzel bir şey bul demiş, bu ortayı golle süslemek istedim. 


Douglas abi neden böyle demiş, neyi kastetmiş, tam olarak bilmiyorum, güzellik göreceli tabi ki, ama hava alanlarını terminal ve pist/apron olarak ikiye ayırırsak; bu önerme sadece pist tarafı için geçerli olabilir bence.


Belki bu konuda o tarafta çok çile çekmiş olduğum için, ön yargılı davranıyor olabilirim bile. Sonuçta objektif olarak bakabilirsek olaya, pist üzeri bambaşka bir dünya. Her şeyin insan ölçeğine göre büyük olduğu, gürültülü, tehlikeli ve heyecanlı bir yer aslında. Bir kere uçak denen bir olgu var. Bilmem kaç tonluk, metal kütlesi, uçuyor. Uçabiliyor. İşin fizik ve mühendislik kısmını bilmeyen büyük bir çoğunluk için aslında büyük mucize. Sadece uçaklar değil, temizlik araçları, karla mücadele araçları, yangın söndürme araçları, uçakları park yerinden iterek çıkartan "pushback"ler... her şey üst düzey mühendislik, büyük bir teknoloji deryası. İşin mekanik kısmını bir yana, günde örneğin İstanbul'un rekoru bin yüz küsürlü bir rakam, ortatlama 700, 800 uçak trafiğinin güvenli ve aksamadan yapılabilmesini sağlayan elektronik sistemler, Iğdır'dan verdiğiniz bagajı, Seoul'den alabilmenizi sağlayan RFID'li bagaj konveyorleri, siz camdan bakınca kanadını ucunu göremezken, pilotun pisti görebilmesini sağlayan, ki benim uzmanlık alanımdır, pist aydınlatma sistemleri, ILSler, VOR'lar Glide pathler filan falan derken,  dışarıdan bakıldığında çirkin diyebileceğimiz, ama aslında içi güzel yerler pistler. 


Dışı çirkin dedim, çünkü gerçekten yapısı gereği, genelde ağaçsız, susuz, yukarıdan bakınca biçimsiz koca bir beton yığını hava alanları. Bu betonarmenin verdiği soğukluk, üzerinde dolaşan bir sürü metal yığınıyla birleşince, çok parlak bir görüntü çizmiyor haliyle. 

Gelelim terminallere... Terminaller, terminallerimiz. Sadece olsun diye yapılmış, prefabrik, kutu gibi terminalleri geçersek, büyük, uluslar arası terminaller bırakın çirkini, bence güzelden de öte, süper yerlerdir. 


Bin bir milletten insanı, sürekli bir şeyler yaparken görebileceğiniz, oturup bir köşeden izleyebileceğiniz veya bir şekilde bir şeyler yaparak bu kalabalığa dahil olabileceğiniz başka bir yer dünya üzerinde ya yoktur, ya da çok azdır. Alışveriş yapan, telaşla koşturan, uyuyan, ayrılan, kavuşan, gülen, ağlayan... İnsanlığa ait her şeyi bulabileceğiniz yerlerdir terminaller. Üstelik, onlarca farklı kültürün, benzer durumlara nasıl tepkiler verebileceğini gözlemleyebileceğiniz, ilginç çıkarımlar yapabileceğiniz, sosyal mekanlardır.


Genelde kompakt yerlerdir. Seyahat ettiğinizin farkında olarak tasarlandıklarından, bir şekilde her şeyi elinizin altında tutmaya çalışırlar terminaller. En sevdiğim özelliklerinden birisi budur mesela. Sonra, bazılarının dekorasyonu çok güzeldir. reklamlar bile normalde görmeye alışık olduğunuzdan daha güzeldir içeride.

Douglas Adams ne düşünerek söylemiş bu sözü inanın bilmiyorum, ama sonuç olarak ben seviyorum hava alanlarını. Sonuçta ekmeğimizi çıkardığımız yer. Hava alanlarının sizleri gitmek istediğiniz yerlere götürmesi dileğiyle, iyi yolcuklar dileriz. 


Stockholm Arlanda Terminal 3'ten sevgilerle!  

18 Ocak 2013 Cuma

Ekmek parası

Bir gece hayatı yazıyoruz, bir müdürle yemek. Bir kayağa gidiyoruz, bir arkadaşlarla içmeye. Yok bisiklete biniyoruz, yok diskoya gidiyoruz... İyi de demezler mi, birader sen oraya çalışmaya gitmedin mi? İşin gücün yok mu? Hep mi bal kaymak?

Eh, değil tabi. Arada sırada işe gittiğimiz de oluyor. Yine sabah 8 de kalkıyoruz merak etmeyin o kadar da değil. Az mı çalışıyorum? Sanmam, eskiden çok çalışıyor olmamla ilgili bence, az çalışıyor olduğumu sanmam. Yoksa iş çok. Burada tek fark, iş, iş zamanı bitiyor. Daha bugün sohbet ederken, işte Türk çalışma tarzıyla, şu an ki durumu karşılaştırırken aynı şu söz geçti "When it is weekend it is weekend". Alışık değil tabi bünye, çarpıyor.

Gezip tozmadığın, içip coşmadığın vakitler ne yapıyorsun derseniz, burada yeni bir departman kuruyoruz denilebilir. Service and support. Üretip sattığımız ürünler hakkında teknik destek veriyoruz. Sistem tasarlayıp gidip yerinde kuruyoruz. Çalıştırıyoruz... "Bozulursa garantisi biziz abi" diyerek müşteriye teslim ediyoruz.

Bir yandan da bu hizmetleri, daha düzgün, daha doğru ve tabi ki daha karlı nasıl verebiliriz, onunla ilgili çalışmalar yapıyoruz. Normalde sahada geçen bir iş ama işte şansıma sahaya bir kere çıktım sadece yeni işimde.

Saha işi dışarıdan bakıldığında çok iki uç noktada gözükür. Ya "uff hacı, orası mükemmel bir yer, çok imreniyorum senin işine"dir ya da "orası da hiç çekilmez abi, sıkılmıyor musun oralarda ne işin var?"dır.

Taktir edersiniz ki, hiç bir şey öyle dışarıdan görüldüğü gibi değildir. Ya da biraz kafanız çalışıyorsa, hiç bir şeyin bu kadar siyah veya beyaz olamayacağını tahmin edebilirsiniz. Temmuzda, bir haftalık Antalya işi, bir çok kişi için bedava tatil anlamına gelebilir mesela, ama tatilin tadı öğlen sıcağında asfalta ayak basmanızla biraz kaçabilir. Kışın ortasında Erzurum'a gitmek pek parlak bir fikir gibi gözükmeye bilir ama hafta sonunu birleştirip Palandökende karın tadını çıkarabilirsiniz. Gittiğiniz yerlerden bağımsız olarak, saha işi her zaman ortalama bir ofis işinden daha zevklidir bence. Bir kere hareket serbestliği vardır. Hiyerarşi yoktur. Nereye giderseniz gidin hep ilginç insanlarla karşılaşırsınız. Bir hikayeniz olur. Biraz şanslıysanız, güzel arkadaşlıklar kurarsınız.

Hep bu kadar toz pembe midir? Tabi ki değildir ama biraz kirden kimseye zarar gelmez bence. Hatta faydası bile vardır. Sabrınız güçlenir. Sosyal yaşamınızdaki bazı şeyleri daha kolay kabul edersiniz çünkü çok daha kabul edilmezinin kavgasını edip kaybetmişsinizdir. İnsan sarraflığı diye bir şey varsa eğer, işte onun şahı, padişahı olursunuz. Sinirleriniz biraz yıpranır. Bir süre sonra oteller hoşunuza gitmeye başlar ki, bence bu cidden kötü bir alışkanlıktır. Eh tabi biraz da yalnızlığa alışırsınız. Hoşunuza bile gitmeye başlayabilir.

Bir yaşa kadar, ki herkesin kendi limiti vardır: eminim hepinizin çevresinde 60 yaşında şantiye şefleri vardır, çekilir bir iştir. Eğer aynı sektörde devam edecek, bir şeyler yönetecek pozisyonların peşinde koşacaksanız bence mutlaka tatmanız gereken bir lezzettir. Acısıyla tatlısıyla.

Yaptığım işlerden, pozisyonumdan bağımsız olarak, gelişmiş, sosyal adaleti sağlamış ülkelerde çalışan olmak gerçekten de o kadar zor değil. Çalışmanız gerektiği kadar çalışıp, eğlenmeniz gerektiği kadar eğleniyorsunuz. O yüzden burada hep sanki sürekli eğleniyormuşuz gibi bir intiba bırakmış olabilirim blogda.

Bugün cuma, malum.. ne dedik yazının başında? When it is weekend it is weekend!
Tadını çıkartın!