23 Aralık 2013 Pazartesi

Z Raporu

Bir sene olmuş İsveç'e geleli. Tam 365 gün 6 saat değil elbette ama 365 günde 3'ün 5'in hesabını yapıp birbirimizi kırmanın da anlamı yok. Daha gelmeden önce karar vermiştim bu blogu yazmaya, hesapta her gün, hadi her gün olmasın haftada en az 3, 5 yazı olacaktı. Lakin ben yapacağımı söylediğim her şeyi yapsaydım dünya şimdi çok daha güzel bir yer olurdu. Sözlükte aç bak maymun iştahlının karşılığına mcg yazmıyorsa gel beni bul, garantisi benim...

Z raporu denilen şey günlük bildiğim kadarıyla, da hani şu dakika, şu saatte google abiye soramam aslı astarı hangisidir. Yıl bitiyor, muhasebesini yapacağız işte. Anladınız hepiniz.

En başta İsveç'e taşındım 2013 de. 2012'nin doksan artılarıydı. Collina saatine bakıyordu. Yine bu dönemler yani. Hep istemiştim Avrupa'da yaşamayı. İsveç özelinde konuşacak olursak, seviyorum sakinliğini. düzenini. Küçük şehir Malmö. Üç yüz bin ya var ya yok. Ben genişliği seven adamım. Bana uyuyor bu düzen. Aradığını buldum mu? Sorulması gereken soru bu sanırım. Zaten biraz da onun muhasebesini yapıyoruz.

En başta gezdim. Çok gezdim hemde. Singapur'a da gittim, kuzey kutup dairesinin kuzeyine de. Orta Doğu'yu da gördüm Avrupa'nın en canti şehirlerini de. Hindistan'da sadece bakarak midemin bulandığı nehirde yıkanan çocuklar da gördüm, Dubai'de oyuncakçıda altın kaplama uzaktan kumandalı araba da. 
Hayatımda ilk defa buz tutmuş göl gördüm; geçen hafta, aralıkta havuza girdim, güneşlendim. Henüz ekvatoru geçemedim. Kuzey ışıklarını göremedim.

Çok değişik yerlerde çok değişik insanlarla tanıştım. Onlarca milletten yüzlerce farklı insanla konuştum. Bir masada, bir İsveçli, bir Norveçli, bir Danimarkalı'ya; hanginiz gerçek Vikingsiniz diye sordum, istediğim cevabı alamadım. 

Çok güldüm, hiç ağlamadım. Somurttuğum oldu. Hiç kavga etmedim.

Çok güzel yemekler yedim. Biraz kilo aldım. İstediğim kadar spor yapamadım, ya da yapmadım.

Ütü yapmayı öğrendim. Cifle fayans sildim. Lan öyle saçma sapan şey mi olur? Dememeyi öğrendim. Bunu yılın büyük artılarından biri olarak muhasebe defterine geçebiliriz mesela.
Tecrübe diyorlar ya hani, hayat önce sınavı yapıyor sonra dersi veriyor, gibi büyük laflar ediyorlar. Onun çok da öyle olmadığını öğrendim. Zira hayatın sınavla notla işinin olmadığını anladım sanırım. Hayat yapılması gereken şeyler çıkarıyor karşınıza o kadar. Nasıl yaptığınız ne kadarını becerebildiğiniz ile hiç ilgilenmiyor. O biraz sizin, bizim problemimiz.

Dün spor salonunda, yanımda koşan siyah taytlı kızı saymazsak, hiç aşık olmadım. Hoşlandığım insanlar oldu elbet, zira boru değil İsveç'te yaşadık onca zaman, St. Petersburg'a gittik.
Bunu artıya mı eksiye mi yazmak lazım, karar veremedim.

Bir mcg klasiği olarak yine çok kararsız kaldım bu sene. Eksiye geçer üst sıralardan. Şu an şu dakika bile bir kaç gün içerisinde karar vermem gereken bir dolu iş var. Sevmiyorum. O yüzden çabuk karar vermek en iyisi. En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir demişler, bunun ne kadar saçma ve yanlış bir laf olduğunu uzun uzun, örneklerle, başka zaman anlatırım.

Sonuç olarak, evet aradığımı buldum. Hepsini değil belki, ama düşününce kim her aradığını kaybetmiş ki biz bulalım? İlk yılın muhasebe hedeflerini tutturmak zor olur diye düşünüyorum. Finans bilenlere sormak lazım. En azından zarar etmedik bu sene. Dükkan 2014'de açık. Maksat ayağımız alışsın.

2014'ün hedeflerini henüz açıklamadık. bir yazıda ondan çıkar bak.Hedef koymak iyidir. Beceremezsek bile 2014'ün muhasebesinde eksilere kolay ulaşırız.

23 Mayıs 2013 Perşembe

Asla sadece futbol değildir...

Kaç zamandır yazmıyorum. Yazmak istiyorum aslında. Ama ya yazacak bir şey bulamıyorum ya da aklıma gelen şeyleri yazıya dökemiyorum. Yaz-sil yaz-sil sıktı bir noktadan sonra. Bu sefer silmek yok.

Kaç zamandır yazmak istiyorum futbol hakkında. Son haftalarda olanlar, şiddet, nefret, küfür, ölüm... Futbol bu değil aslında diye anlatmak istiyorum derdimi ama her gün her gün neresinden tutsam elimde kalıyordu.


Bir kaç gün önce, Atletico Madrid Kral kupasını aldı. Real Madrid'i yendiler. Madrid şehrinin "güçsüz" takımı, kral'ın zengin takımını, kral'ın kupasında devirdi. Yukarıda izlediğiniz 22 saniyelik spot işte o gününün sabahından. Sonunda pazartesi, diyor.

Sahi en son ne zaman böyle beklediniz bir sabahı? Alarm çalmadan önce kalkıp, en güzel, en özel kıyafetinizi giyinip, yatağın başında alarm çalsa da güne başlasam diyerek, suratınızda tarifi mümkün olmayan bir sırıtışla, alarmın başında en son ne zaman oturdunuz? "Futbolun nesini seviyorsun?" Sorusu 22 saniyede bir çocuk ve bir çalar saatle bu kadar güzel ve bu kadar kolay anlatılamaz gibi geliyor insana. Ancak hepimizin büyürken, futbolu sevgi değil de nefret üzerine kurarken, Galatasaray'ı, Fenerbahçe'yi sevdiğimiz için değilde, ötekilerden nefret ettiğimiz için kazanmayı sevmeye başladığımız zaman unuttuğu bir gerçek işte o reklamdaki. Futbol çok güzel ve basit bir oyundur.

Futbolu oynamak, seyretmek, gol atınca sevinip, gol yeyince üzülmek basittir. Futbolu neden bu kadar çok sevdiğimiz basittir.

Futbol ölüm kalım meselesi değildir, bundan çok daha önemlidir demiş zamanında Bill Shankly.
Futbol 10 yaşında bir çocuğun formasını baş ucuna koyarak yatağında uyumadan sabah okula gitmeyi beklemesidir. Bunu ne ölümle ne kalımla anlatabilirsiniz bu her ikisinden de çok daha önemlidir.

Videoyu izlediğim günden beri yazmak isteyip de yazamadığım bu yazıyı yazmama bir anlamda ön ayak olan, futbol neden sevdiğimiz sorusunun cevabını bambaşka bir yoldan veren fotoğrafı da yeri gelmişken paylaşmak istiyorum. Salih Uçan, Fenerbahçe'nin genç yeteneği. Yeteneğini biliyorduk, insanlığını da gösterdi sağ olsun. Rusya Türkiye U20 maçında, sakatlanan arkadaşını sırtlamış götürüyor...

25 Ocak 2013 Cuma

Hava alanları çirkındir

Bir otostopçunun galaksi rehberinin yazarı Dougles Adams, "It can hardly be a coincidence that no language on Earth has ever produced the phrase, 'as pretty as an airport.' Airports are ugly. Some are very ugly. Some attain a degree of ugliness that can only be the result of a special effort." diyerek ağır konuşmuş hava alanları hakkında. Kabaca "Dünya üzerindeki hiç bir dilde 'hava alanı kadar güzel' diye bir cümlenin kurulmuş olmaması bir tesadüf değildir. Hava alanları çirkindir. Bazıları çirkin olması için özel bir uğraş gösterildiğini kanıtlayacak bir çirkinlik derecesine ulaşmıştır" şeklinde çevirebilecek bu ifade hakkında, onlarca hava alanı gezmiş, bagaj konveyor hattından, hava trafik kontrol kulesine kadar görmüş, pist üzerinde sabahlamış birisi olarak, bir kaç kelam etmek istedim. 

Hazır büyük puntolarla internet sitesinden "Dünyanın en dakik, en az rötar yapan, en az sefer iptal eden" reklamları eksik olmayan hava yolları Scandinavian Airline Systems, ki kendilerini kısaca SAS olarak tanıyoruz, uçuşumu iptal etmiş, 4 saat kendine yapacak daha güzel bir şey bul demiş, bu ortayı golle süslemek istedim. 


Douglas abi neden böyle demiş, neyi kastetmiş, tam olarak bilmiyorum, güzellik göreceli tabi ki, ama hava alanlarını terminal ve pist/apron olarak ikiye ayırırsak; bu önerme sadece pist tarafı için geçerli olabilir bence.


Belki bu konuda o tarafta çok çile çekmiş olduğum için, ön yargılı davranıyor olabilirim bile. Sonuçta objektif olarak bakabilirsek olaya, pist üzeri bambaşka bir dünya. Her şeyin insan ölçeğine göre büyük olduğu, gürültülü, tehlikeli ve heyecanlı bir yer aslında. Bir kere uçak denen bir olgu var. Bilmem kaç tonluk, metal kütlesi, uçuyor. Uçabiliyor. İşin fizik ve mühendislik kısmını bilmeyen büyük bir çoğunluk için aslında büyük mucize. Sadece uçaklar değil, temizlik araçları, karla mücadele araçları, yangın söndürme araçları, uçakları park yerinden iterek çıkartan "pushback"ler... her şey üst düzey mühendislik, büyük bir teknoloji deryası. İşin mekanik kısmını bir yana, günde örneğin İstanbul'un rekoru bin yüz küsürlü bir rakam, ortatlama 700, 800 uçak trafiğinin güvenli ve aksamadan yapılabilmesini sağlayan elektronik sistemler, Iğdır'dan verdiğiniz bagajı, Seoul'den alabilmenizi sağlayan RFID'li bagaj konveyorleri, siz camdan bakınca kanadını ucunu göremezken, pilotun pisti görebilmesini sağlayan, ki benim uzmanlık alanımdır, pist aydınlatma sistemleri, ILSler, VOR'lar Glide pathler filan falan derken,  dışarıdan bakıldığında çirkin diyebileceğimiz, ama aslında içi güzel yerler pistler. 


Dışı çirkin dedim, çünkü gerçekten yapısı gereği, genelde ağaçsız, susuz, yukarıdan bakınca biçimsiz koca bir beton yığını hava alanları. Bu betonarmenin verdiği soğukluk, üzerinde dolaşan bir sürü metal yığınıyla birleşince, çok parlak bir görüntü çizmiyor haliyle. 

Gelelim terminallere... Terminaller, terminallerimiz. Sadece olsun diye yapılmış, prefabrik, kutu gibi terminalleri geçersek, büyük, uluslar arası terminaller bırakın çirkini, bence güzelden de öte, süper yerlerdir. 


Bin bir milletten insanı, sürekli bir şeyler yaparken görebileceğiniz, oturup bir köşeden izleyebileceğiniz veya bir şekilde bir şeyler yaparak bu kalabalığa dahil olabileceğiniz başka bir yer dünya üzerinde ya yoktur, ya da çok azdır. Alışveriş yapan, telaşla koşturan, uyuyan, ayrılan, kavuşan, gülen, ağlayan... İnsanlığa ait her şeyi bulabileceğiniz yerlerdir terminaller. Üstelik, onlarca farklı kültürün, benzer durumlara nasıl tepkiler verebileceğini gözlemleyebileceğiniz, ilginç çıkarımlar yapabileceğiniz, sosyal mekanlardır.


Genelde kompakt yerlerdir. Seyahat ettiğinizin farkında olarak tasarlandıklarından, bir şekilde her şeyi elinizin altında tutmaya çalışırlar terminaller. En sevdiğim özelliklerinden birisi budur mesela. Sonra, bazılarının dekorasyonu çok güzeldir. reklamlar bile normalde görmeye alışık olduğunuzdan daha güzeldir içeride.

Douglas Adams ne düşünerek söylemiş bu sözü inanın bilmiyorum, ama sonuç olarak ben seviyorum hava alanlarını. Sonuçta ekmeğimizi çıkardığımız yer. Hava alanlarının sizleri gitmek istediğiniz yerlere götürmesi dileğiyle, iyi yolcuklar dileriz. 


Stockholm Arlanda Terminal 3'ten sevgilerle!  

18 Ocak 2013 Cuma

Ekmek parası

Bir gece hayatı yazıyoruz, bir müdürle yemek. Bir kayağa gidiyoruz, bir arkadaşlarla içmeye. Yok bisiklete biniyoruz, yok diskoya gidiyoruz... İyi de demezler mi, birader sen oraya çalışmaya gitmedin mi? İşin gücün yok mu? Hep mi bal kaymak?

Eh, değil tabi. Arada sırada işe gittiğimiz de oluyor. Yine sabah 8 de kalkıyoruz merak etmeyin o kadar da değil. Az mı çalışıyorum? Sanmam, eskiden çok çalışıyor olmamla ilgili bence, az çalışıyor olduğumu sanmam. Yoksa iş çok. Burada tek fark, iş, iş zamanı bitiyor. Daha bugün sohbet ederken, işte Türk çalışma tarzıyla, şu an ki durumu karşılaştırırken aynı şu söz geçti "When it is weekend it is weekend". Alışık değil tabi bünye, çarpıyor.

Gezip tozmadığın, içip coşmadığın vakitler ne yapıyorsun derseniz, burada yeni bir departman kuruyoruz denilebilir. Service and support. Üretip sattığımız ürünler hakkında teknik destek veriyoruz. Sistem tasarlayıp gidip yerinde kuruyoruz. Çalıştırıyoruz... "Bozulursa garantisi biziz abi" diyerek müşteriye teslim ediyoruz.

Bir yandan da bu hizmetleri, daha düzgün, daha doğru ve tabi ki daha karlı nasıl verebiliriz, onunla ilgili çalışmalar yapıyoruz. Normalde sahada geçen bir iş ama işte şansıma sahaya bir kere çıktım sadece yeni işimde.

Saha işi dışarıdan bakıldığında çok iki uç noktada gözükür. Ya "uff hacı, orası mükemmel bir yer, çok imreniyorum senin işine"dir ya da "orası da hiç çekilmez abi, sıkılmıyor musun oralarda ne işin var?"dır.

Taktir edersiniz ki, hiç bir şey öyle dışarıdan görüldüğü gibi değildir. Ya da biraz kafanız çalışıyorsa, hiç bir şeyin bu kadar siyah veya beyaz olamayacağını tahmin edebilirsiniz. Temmuzda, bir haftalık Antalya işi, bir çok kişi için bedava tatil anlamına gelebilir mesela, ama tatilin tadı öğlen sıcağında asfalta ayak basmanızla biraz kaçabilir. Kışın ortasında Erzurum'a gitmek pek parlak bir fikir gibi gözükmeye bilir ama hafta sonunu birleştirip Palandökende karın tadını çıkarabilirsiniz. Gittiğiniz yerlerden bağımsız olarak, saha işi her zaman ortalama bir ofis işinden daha zevklidir bence. Bir kere hareket serbestliği vardır. Hiyerarşi yoktur. Nereye giderseniz gidin hep ilginç insanlarla karşılaşırsınız. Bir hikayeniz olur. Biraz şanslıysanız, güzel arkadaşlıklar kurarsınız.

Hep bu kadar toz pembe midir? Tabi ki değildir ama biraz kirden kimseye zarar gelmez bence. Hatta faydası bile vardır. Sabrınız güçlenir. Sosyal yaşamınızdaki bazı şeyleri daha kolay kabul edersiniz çünkü çok daha kabul edilmezinin kavgasını edip kaybetmişsinizdir. İnsan sarraflığı diye bir şey varsa eğer, işte onun şahı, padişahı olursunuz. Sinirleriniz biraz yıpranır. Bir süre sonra oteller hoşunuza gitmeye başlar ki, bence bu cidden kötü bir alışkanlıktır. Eh tabi biraz da yalnızlığa alışırsınız. Hoşunuza bile gitmeye başlayabilir.

Bir yaşa kadar, ki herkesin kendi limiti vardır: eminim hepinizin çevresinde 60 yaşında şantiye şefleri vardır, çekilir bir iştir. Eğer aynı sektörde devam edecek, bir şeyler yönetecek pozisyonların peşinde koşacaksanız bence mutlaka tatmanız gereken bir lezzettir. Acısıyla tatlısıyla.

Yaptığım işlerden, pozisyonumdan bağımsız olarak, gelişmiş, sosyal adaleti sağlamış ülkelerde çalışan olmak gerçekten de o kadar zor değil. Çalışmanız gerektiği kadar çalışıp, eğlenmeniz gerektiği kadar eğleniyorsunuz. O yüzden burada hep sanki sürekli eğleniyormuşuz gibi bir intiba bırakmış olabilirim blogda.

Bugün cuma, malum.. ne dedik yazının başında? When it is weekend it is weekend!
Tadını çıkartın!

8 Ocak 2013 Salı

Bir maniniz yoksa akşam size geleceğiz...

Akşam eve dönüş yolunda müdür, lakap olarak değil, bildiğin müdür, bir planın yoksa yemeğe davetlisin dedi, peşi sırada ekledi, aslında bir planın olup olmadığı çok da umurumda değil, yemeğe davetlisin.

Eyvallah dedik, düştük peşine. Bir yandan gidiyorum bir yandan da düşünüyorum, lan terden sırıl sıklam olmuşum, eşofmanın paçalar çorapların içinde, buram buram tütüyorum omuzlardan, kılık bu, dil dışarıda... Misafirliğe gidiyoruz. Çocuk sokakta, yağmurda köpek bulmuş, acımış açtır bu diye eve götürüyor. Durum bu.


Bu düşünceler eşliğinde o filmlerden aşina olduğumuz dar sokakların, yan yana müstakil evlerin arasında devam ettikten bir süre sonra, resimdeki kadar büyükçe olmasa da; sivri çatılı, tahta çitli ben İskandinav mimarisiyim diye bağıran bir evin önüne geldik, sol kolumuzu kaldırıp garaja girdik efendi gibi. 

Kapının önünde bekliyorum ama yani düşünmeden de edemiyorum. Bu kılık ne lan? Kaşla göz arasında çorapları içeri soktuk filan ama yine de nafile. Kapı açıldı, hoş geldik. Hoş bulduk. 

Girizgahı geçelim, gelelim asıl benim bu yazıyı yazmak istememin sebebine..

Bugünkü dersimizin konusu çocuklar, İskandinav aile yapısı, yemekleri ve kültürü. Ha diyeceksiniz, lan kaç tane İskandinav tanıdın ki, ailesine kültürüne giriyorsun? 
Bir heves başladık işte, bozmayın diyorum. 

Ev tam bir IKEA kataloğu tabi ki. Cidden bu dekorasyon işini iyi biliyorlar. Bunca bolluğun içerisinde benim evimde dantel işlemeli yeşil perde olması benim ayıbım, konunun İsveçlilerle bir ilgilisi yok. O mesele Bosnalılarla aramızdaki mevzu, karışmayın. Özellikle çocukların, ki kendilerine birazdan değineceğim, odalarına on numara beş yıldız verdim. Yemekte sormadım, yarın aklıma gelirse soracağım, kendileri mi yapmışlar yoksa profesyonel destek var mı ama cidden ortaya oturup oyuncaklarla oynayasım geldi, ki oynadım da! 

Bayan Svensson, akşam yemeği için yumurtalı soslu balık eti, haşlanmış patates ve salata uygun görmüş menü için. Baya da güzel yapmıştı şimdi ablam, hakkını veriyorum. Menü çok şaşırtmadı çünkü İsveç'te herhangi bir şey, patates ve salata standart donanım. Yanında da her zaman gelen tanıtım sloganı; this is pretty Swedish. Pretty ve Swedish taktir edersiniz ki başka konularda da bir araya geliyor ama mevzuyu dağıtmayalım. Aile saadetini bozmayalım. 

Ailemiz bir baba, bir anne ve iki tane küçük çocuktan oluşan, yine o yaş grubu için standart donanım olan bir yapıya sahip. Çocuklardan erkek olan, Jack, ki kendisi bundan sonra en kral arkadaşımdır, 4 yaşında, eskiden bizde arpası fazla gelmiş ile açıklanan, bugünlerin moda sıfatı ile hiperaktif, diyebileceğimiz bir cengaver. Annesi, babası ve kız kardeşi gibi sarışın, mavi gözlü. İsveç bayrağı renklerini nereden almış? Sorusunu gereksiz kılan cinsten bir çocuk. Kapıdan girmemle başlayan dostluğumuz, kapıdan çıkarken koşarak gelip kucağıma atlamasıyla az zamanda çok büyük ilerleme kaydetti diyebiliriz. 

Ellie, absinin aksine, girerken takındığı, sıfatımı hatırlayın, ney lan bu? bakışını, çıkana kadar yaptığım türlü şaklabanlığa rağmen değiştirmedi. Arada Benny'nin, bütün İsveçli kızlarla aran böyle olacaksa kötü, şakalarına gül yüzünün hatırına katlandık artık. Takribi iki saat boyunca gözlerini üzerimden hiç ayırmadı, ve yüzündeki ney la bu ifadesi hiç eksilmedi hanımefendinin. 

Baba ve anne Svenssonlar, 40 larının başında, genç ve eğlenceli insanlar. Çocukları filan aslında hep konuyu buraya getirmek için anlattım; hepimizin, tatil yörelerinden kafamızda oluşan, abi bu gavurun çocuğu düşünce, ağlamadan kendisi kalkıyor, olgusu nasıl oluyor, nasıl oluyor da "yabancılar" bu kadar kendilerine güvenli büyüyor? Sofrada bir adet 2 yaşında bir adet 4 yaşında velet var, ama uzanıp kara biberlerini kendileri alıyor mesela. Karabiber de öyle tuzluktan dökülen cinsten değil, öğütücülü olanlardan. Ben kullanmayı 21 yaşında filan öğrenmişimdir mesela. Jack usta doydu mu? Ben doydum diyor efendi gibi. Biriside bensem, böyle elleri kıçında oturmuyor masada, yemeğini kendi yiyor, tabağını kendi kaldırıyor. Anasının karnından böyle çıkmıyor tabi. Bir birey olduğunu daha 2 yaşında öğreniyor. 

"Onlarda da aile bağları iyi değil ama..." 4 yaşındaki Jack 2 yaşındaki Ellie'yi deli gibi koruyor. Eve gelen misafirle önce kendisi muhattap oluyor mesela, geçer not verirse Ellie'ye oynamasına izin veriyor. Kavga ediyorlar mı diye soruyorum? Ellie Jack'e bazen vuruyor ama biz Jack'e Ellie'nin kendisinden küçük olduğunu, karşılık vermemesi gerektiğini öğrettik diyor annesi. Sonra neden kadına, güçsüze, yaşlıya, kendisini koruyamayacak sokak hayvanlarına şiddet Türkiye'de çok da, İsveç'te yok?

Aile sosyal bir yapı olunca, sosyal tespit yapmadan bitiremedik tabi yine yaızıyı, Ama bu sefer amacım buydu zaten. Toplum dediğin şeyin ailelerden oluştuğunu ilkokul 3'te filan öğretiyorlar. Türkiye'de bir şey düzelecekse eğer, başlangıç noktasını aramaya çok da gerek yok. 

7 Ocak 2013 Pazartesi

Bisiklet

Çok daha havalı bir başlık atılabilirdi elbette. "Dört teker bedeni, iki teker ruhu taşır", ya da ne bileyim, "This one runs on fat and keeps you healty" vs. vs. Ben basit olsun istedim. Kendisi gibi basit. Bisiklet.

Bugün ilk defa işten eve bisikletle geldim. Ofisten bir arkadaşın artık kullanmıyorum diyerek bana getirdiği eski ama orta şeker bir şey. Malmö bisiklet yollarıyla ünlü, dümdüz bir şehir. Hatta Avrupa Birliğinden ödülleri bile var, bisiklet ile ilgili yaptıkları yatırımlar ve teşvikler için. Trafiğin bir parçası. Sayıca belki Hollanda ya da Çin kadar çok değil ama, trafiğin içerisindeki yeri açısından çok üst sıralarda. Olay artık "abi adamlarda bisikletliye saygı var" dan fazla, nasıl ki bizde trafik araba için var, burada bisiklet olayın parçası. Saygıya sevgiye gerek kalmıyor artık. Kabullenilmiş.

Neyse, işin sosyal boyutunu geçelim. Hangi konuda olursa olsun, işin sosyal boyutuna girince memleketi kurtarmaya doğru meylediyor muhabbet. Gerek yok şimdi.

En son ne zaman bisiklete bindin diye soracak olursanız, ben diyeyim orta okul, siz deyin hadi lise. 10 sene, belki daha fazla. Nasıl bir his olduğunu unutmuşum. Rüzgarın insan yüzüne o hızla çarpınca nasıl bir tebessüm bıraktığını iki pedal sonra hatırladım mesela. Vites değiştirince bütün orta şeker bisikletlerin ortak özelliği olan pedaldan gelen "Trak" sesini hatırlamam hızımı aldıktan sonraya tekabül etti. Halen ellerimi bırakabiliyor olduğumu test edebilecek cesareti takribi bir iki kilometre gittikten sonra buldum. Omur iliğe yazılan yeteneklerin üzerinden on sene geçse de unutulmadığını akabinde yüzümdeki kocaman sırıtışla hatırladım. Hatta biraz ileri gidip ön tekeri bile kaldırdım biraz ıssızca bir düzlükte!

Bu mutluluk eminim ki sabah olunca yerini laktik-asitin baldırlarda dolaşan o kekremsi tadına bırakacak. Bir kaç gün de baldır uyluk arasında dolaşmaya devam edecek. Neyse ki halk arasında hamlık denilen bu fizyolojik olguya yabancı değiliz. Patronumla şimdiden randevulaştık bile, sabah yol üzerinde bir yerde buluşup birlikte pedal basacağız ofise...

Aklımda yoktu şu paragrafa kadar ama dayanamadım, son bir sosyal tespitle bitireceğim. Porschesi olan adam, çalışanıyla birlikte ofise bisikletle gidiyor işte bu memlekette. Gerisini siz düşünün.

Porsche'ye daha çok var ama bakarsınız şöyle bir şey alabilirim her an!

Çocukken yaptığınız şeyleri yapmaya devam edin eğer bir yerlerde bıraktıysanız. En eğlenceli şeyleri o zibidiler yapıyor, yolda unutuyoruz!